Müslüman tatil yapar mı….?

Müslüman tatil yapar mı….?
2 Eylül 2009 tarihinde eklendi, 2.667 kez okundu.


Tatil, aslında göründüğü ve zannedildiği gibi bir dinlenme metodu da değil. Daha çok, manasını kaybetmiş bir hayatı sorgulama, metafizik kaygılara cevap arama korkusunun, yani bir trajedinin bastırılması çabası gibi. İnsanların akletmesini geçici bir süre de olsa engelleyen bir çeşit uyuşturucu sanki.

İnsanız… Yorulduğumuz, bunaldığımız; çaresiz dertlerle, üstesinden gelinemeyen meşakkatlerle karşılaştığımız olur. Bedenen de zihnen de yıpranır, sabrı ve tahammülü tüketiriz bazen.

Böyle durumlarda dünyanın faniliğini unutmuş, “rızâ”ya yabancılaşmış, rüyada olduğu ve bir gün uyanacağı hakikatini kaybetmiş ise insan, aczini trajedi yapar da, dayanılmaz acılara muhatap kılar kendini. Kaçmaktan, problemlerin üzerini örtmekten, kendini kandırmaktan başka çaresi kalmamıştır.

Modern insanın bugün yaptığı, neredeyse bütün imkân ve mesaisini harcayarak yapmaya çalıştığı budur. Bu sebeple uyuşturucu, içki ve eğlence iptilası en çok modern toplumlarda arz-ı endam etmektedir. “Öte”den habersiz insan, bütün tekebbürüne rağmen aczini fark edip dehşete düşmekte, çaresizliğin paniğiyle hırçınlaşıp küstahlaşmakta, âdeta çırpındıkça batmaktadır. Böyle bir zilletin adı olan “trajedi” Batılı bir kavramdır; Müslümanın lügatinde yer almaz.

Modernizmin temelindeki kabullere, imanı gereği muhalefet eden Müslüman fert veya topluluklar, modern anlayışın belirlediği bir hayat tarzına fiilen yeterince direnmemektedir. Teoride, ikrar ve söylem planında reddettiğimiz bir yığın kavram, pratikte, hâl ve eylem planında hayatımızın en mahrem mıntıkalarında dahi cirit atmaktadır. Temel kabulleri icabı Batılı için normal sayılabilecek bazı problemler ile bunların halli için geliştirilen uygulamalar, lüzumlu ve masum yenilikler gibi Müslüman topluluklarca da benimsenebilmektedir. Olmayan bir vâkıanın yansımalarını hayatlarına aktarıp buradan hareketle moderniteye mahsus trajedileri inşaya girişmek, Müslümanları trajik değil, ama traji-komik bir tutumun faili yapmaktadır.

İnsan kendini “tatil” edemez

Sözü, giderek bir eğlence sektörüne dönüşen “tatil”e getirmek istiyoruz.

Hayatı birbiriyle irtibatsız kompartımanlara ayıran ve insanı “makine” olarak gören bir anlayışın ihtiyaç saydığı tatil, sanayi inkılâbından sonra Batı’da ortaya çıkan bir kavram. Aslında göründüğü ve zannedildiği gibi bir dinlenme metodu da değil. Daha çok, manasını kaybetmiş bir hayatı sorgulama, metafizik kaygılara cevap arama korkusunun, yani bir trajedinin bastırılması çabası gibi. İnsanların akletmesini geçici bir süre de olsa engelleyen bir çeşit uyuşturucu sanki.

İslâm’da elbette bu manada bir tatil yok. Cuma dahi tatil değil, bayramdır. Cuma günlerinin tatil edilmesi, Batı’ya yöneldikten, Batılıları örnek almaya başladıktan sonradır. Esasen Arapça bir kelime olan “tatil”in lügatteki manalarını dikkate alanlar, bu kavramın insan için kullanıldığında hep bir tezyifi ifade ettiğini görür.

Tatil, “işsiz kalmak, iş görmekten mahrum olmak” manasına “a-ta-le” fiilinden türemedir. “Kullanılmayan, faydalanılamayan, çalışmaz halde olan” karşılığı “âtıl” ile “tembellik” demek olan “atâlet” de aynı kökten gelir. Artık işe yaramadığı için terk edilen nesneler “muattal”dır. Araplar damgasız deveye, yularsız ata, iffetsiz kadına, edepten nasipsiz kişiye “el-utl” derler. “Muattil” ise dinsiz, ateist demektir.

Bir müessese tatile girebilir. Bir iş, bir faaliyet, bir meşguliyet tatil edilebilir. “Tatil kabul edilmiş bir zamanı değerlendirmek” yahut “yapılagelen bir faaliyete ara verilmesi sebebiyle bir müddet o işle meşgul olmamak” manasına “tatile girmek”, “tatil yapmak” tabirlerini kullanılmakta da bir beis yok. Ama bu tatil zamanlarında insanın kendini tatil etmemesi kaydıyla… Nitekim “tatil” insanın şahsî tercihi olduğunda veya insan için kullanıldığında hep müsbet bir donanımın zayiini ifade etmektedir.

Mesken “meskenet”e yol açmamalı

İslâm’da tatil yoksa Müslümanlar ölesiye çalışsın mı peki? Elbette hayır. İslâm’da tatil yok ama “istirahat” var. Müslümanın istirahati “uyku”dur. Furkan Sûresi 47. âyette Allahu Tealâ’nın bizim için “geceyi örtü, uykuyu istirahat, gündüzü de çalışma zamanı yaptığı” haber verilir.

Bu âyetteki “istirahat” manası “sübât” kelimesinden çıkarılmaktadır. Sübât, “bir akışı kesmek, bir faaliyeti durdurmak, sona erdirmek” demek olan “se-be-te” fiilinden türemedir ve “istirahat, sükûnet” manasından başka “ölüm” manasına da gelir. Uykunun “küçük ölüm” şeklinde vasfedildiği malumdur. Sıradan insanlarda bir şuur ve idrak kapanması olduğu için de “gaflet”tir. Fakat Cenab-ı Hak buna rağmen istirahatimiz için uykuyu meşrû kılmıştır. Meşruiyyeti yanında uykunun bir nevi ölüm veya gaflet hali olması, çok uzatılmamasını, miktarına riayeti icap ettirir.

“Sübât”ı insanın tatili olarak anlayabiliriz. Ama bu, gecelere münhasır ve ölçülü, hatta az olanı makbul bir tatil. Nahl Sûresi’nin 80. âyetinde de “Allah size evlerinizde bir dinlenme yeri yaptı.” buyurulur. Âyette “dinlenme yeri”mizin “ev”imiz olduğu vurgusu kadar, “dinlenme” karşılığı “sekenen” lafzının kullanılması da önemlidir. Bu sebeple evlerimize mekan ismi olarak “mesken” deriz ki, aynı köktendir.

Ev, hususen Müslümanın “dinlenme yeri”dir. Sekînet, sükûnet, teskin, müsekkin kelimeleri de yine “se-ke-ne”den gelir. Ama sübât gibi bunu da uzatmamak, ölçüsünü kaçırmamak gerekir. Aksi halde “meskenet”e, yani tembelliğe düçar olma tehlikesi vardır; zemmedilmiştir.

‘Boş kaldığında yeni bir işe sarıl!’

Kısacası, Müslüman evinde sükûnet bulur, geceleri uyku için tahsis edilmiş zamanda uyuyarak dinlenir. İstirahat etmek adına tatil beldelerine gidip haftalarca, aylarca tembelleşmesi, en azından fıtrata aykırıdır. Kaldı ki “çalışma”yı sadece bedenî faaliyetlerden ibaret görmek de yanlıştır. İnşirah Sûresi’nin 7. âyetindeki “Bir işi bitirdiğinde (boş kaldığında, kalk, yeni bir işe sarılarak) yorul!” emri, Hz. Peygamber s.a.v.’in şahsında bütün Müslümanlar için geçerlidir.

Âyetteki “yeniden ve yeni bir işe sarılarak yorul” manasına “fensab” lafzı ile “nasib” aynı kökten gelir. Demek ki çalışmak “nasibimizi aramak”tır. Nasib ise hem maddî hem manevî olabilir. İster tatil zamanı olsun, ister mesai zamanı, maddî-manevî nasibimizi aramak, bunun için yorgunluğa, meşakkate talip olmak gerekir.

Esasında yorgunluk fizikî olmaktan ziyade psikolojik bir problemdir. İştiyaksızlıktan neşet eder. İştiyakla yaklaşıldığında ise Cenâb-ı Hakk’ın “her zorluk için bir kolaylık” vaadi tahakkuk eder. Bize düşen, uyku zamanı dışında, tatil ilan edilmiş vakitler de dahil, tembelliği arzulamadan, yorulma korkusu taşımadan hayırlı bir “nasib” peşinde koşmaktır.

Hâl böyleyken bırakın hiçbir şey yapmamayı, tembelliği; hayâyı rafa kaldırmak, mesuliyetlerimizi ihmâl etmek, israfa ve günaha batmak, nefs-i emmâreye teslim olup kendimizi unutmak tarzındaki bir tatilden istirahat veya huzur gibi bir hayır umulabilir mi?

Tasavvufun hediyesi bir kavram: Huzur

Kâfirlerin temel problemi Rahman ve Rahîm olan bir Allah tasavvuruna sahip olamamalarıdır. Bu sebeple huzursuz ve hırçındırlar. Onlara göre ilahî ölçüler insanın hürriyetini sınırlamakta, terakkisini engellemektedir. Bu ölçülerden sıyrılıp nefislerini ve beşeriyetlerini ön plana çıkardıkça hem kendilerini sınırlayan “rakip bir tanrı”dan intikam aldıklarını, hem de hür olduklarını düşünüp rahatladıklarını zannederler. Sahte bir “huzur” duygusudur bu. İçlerinden bir ses yanlış yaptıklarını fısıldar durur ama bu defa o sesi de bastırmak için daha büyük çılgınlıklara tevessül ederler.

Gayr-i Müslimlerin modernizmin trajedisi diyebileceğimiz bu huzursuzluğu yaşamaları da, bunu tatil gibi çılgınlıklarla bastırmaya çalışmaları da anlaşılabilir. Müslümanlara ne demeli peki? Onlar niye “huzur”u böyle seviyesizliklerde, böyle denaetlerde aramaya çalışıyor? Huzur, Âlemlerin Rabb’i önünde günde beş vakit eğilen Müslümanın yitiği değil ki…

Huzur, “bir yerde hazır olmak, birinin veya bir şeyin yanında, yakınında bulunmak” demek aslında. Mukaddes ve mübarek varlıkların isimlerinin yanında, hürmet ifadesi olarak kullandığımız “hazret” kelimesi de aynı kökten türetilmiş. Birisini “hazret” ünvanıyla anıyorsak, bir yandan onun, huzurunda bulunmakla bize şeref bahşettiğini anlatmış, bir yandan da sanki hakikaten o varlığın önündeymiş gibi hürmetkâr davrandığımızı ifade etmiş oluruz. Barış, sulh manâsına “hazar” ile medenî manasına “hadarî”nin kökü de “huzur”la aynı.

Şunu anlatmak istiyoruz: “Huzur” kelimesinin bugün söylendiğinde akla ilk gelen “gönül rahatlığı, kalp itminânı” manası lügatlarda yok. Sonradan kazanılmış bir mana bu ve bir tasavvuf terimi. Başka bir deyişle “gönül rahatlığı” manasına “huzur”, tasavvufun dilimize hediye ettiği bir kavramdır. Tasavvufta huzur, sufinin Hakk ile hâzır olması, O’nun katında bulunması “hâl”idir. Zikrin kalbi istilâ etmesiyle husûle gelir, derler. İnsanın ruhlar âleminde, Elest Meclisi’nde “nur dağını yayladığı” zamandaki sürûr ve sükûnuna benzetilir.

Şu halde Müslüman beşeriyetinden sıyrıldığı, nefsini yendiği, masivadan uzaklaştığı nispette Hakk’ın huzuruna yaklaşabilecek, gerçekten huzur bulabilecektir. Huzursuzsak eğer, huzuru doğru yerde aramak gerekiyor. Bir eğlence sektörü olan tatillerde huzur aramak sadece parayı değil aklı da israf etmektir.

Müslümanlar olarak bizim tatile değil, “şerh-i sadr” ihsânına ihtiyacımız var. Bunun için Fâtihâ’daki “ihdinâ” niyazına samimiyetle devam!

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Sayfa başına git