Kurbanın Anlamı /Rasim Özdenören
“(…) Bu, insana karşı en merhametli ve şefkatli olan Allah u Tealâ’nın iradesiydi. İbrahim’i şereflendirmiş ve İsmail’i gerçekte öldürmeden kurban edebilme noktasına kadar yükseltmişti. Allah, İsmail’i de hiç incitmeden, kendine kurban olmakla şereflendirmişti./ Bu, insanın olgunlaşmasının, bencillik ve hayvanî arzularından kurtularak hürriyete erişinin hikâyesidir./ (Sen de) İbrahim gibi, İsmail’ini seçip Mina’ya getirmelisin. Kimdir İsmail’in? Kendin bileceksin, başkasının bilmesine gerek yok. Karın olabilir, yeteneğin, işin, cinsiyetin, gücün, rütben, mevkiin vs. olabilir. Hangisi olduğunu bilmiyorum, fakat İbrahim yanında da o kadar sevgili olanın olması gerekir./ Onu hayatında arayıp bulmalısın. Eğer Allah u Tealâ’ya yaklaşmak istiyorsan, İsmail’ini Mina’da kurban etmelisin./ İsmail yerine bir koyun kesmek ‘kurban’dır, fakat yalnızca kurban kesmek için bir koyun kurban etmek ‘kasaplık’tır.” (Hacc, Dr. Ali Şeriati, Bir Y. 6. bas. İst. 1990, s. 133)
Bu sözler, Ali Şeriati’nin kurbana verdiği anlamı dile getiriyor. Kurbanın, bilinen fizik anlamından fizikötesi anlamını kavramamızı sağlıyor. İsmail (a.s.)’in, İbrahim (a.s.) nezdindeki değerini bilmedikçe, kurbanın anlamına akıl erdirmenin de imkân dışı kaldığı anlaşılıyor. Hz. İbrahim’e, sevgili oğlunu Allah’a kurban etmesi yolunda vaadini hatırlatıcı vahiy geldiğinde, o, yüz yaşını aşmış bulunuyordu. Ahir ömründe sahip olduğu bu oğul, onun için hayatın meyvesi, neşesi, varlığının anlamı, her şeyiydi; o, İbrahim’in İsmail’iydi. Önünde iki seçenek vardı: ya kalbinin ıstırabına boyun eğecek, kendisi için her şey demek olan oğlunu kurban etmekten vazgeçip onu kurtaracak veya Allah’a verdiği sözü yerine getirecek, onu kurban edecekti. Bu, çetin bir imtihandı ve ancak nebevî bir imanla böyle bir imtihanın üstesinden gelinebilirdi. Ve Hz. İbrahim, tarihin tanıdığı en trajik imtihanla karşı karşıya bırakılmıştı; ikisinden de vazgeçmesi söz konusu olmayan iki sevgili: bir yanda Cenab-ı Allah’ın insanlara bahşettiği şefkat duygusuyla oğluna yönelen evlat sevgisi, öbür yanda iman ve itaat duygusuyla yöneldiği Allah sevgisi. O, oğlunu, Allah’a kurban etmeye karar verdiği anda, bu trajik ân, bu trajik karar gerçekleşmişti ve Allah bu kararından dolayı oğlunu ona bağışlamıştı. Ama önemli olan onun oğlunu kurban etme hususunda kararını vermiş olmasıydı ve Allah elbette mahlûkundan daha şefkatliydi ve bağışlaması bol olandı. Allah, İbrahim’e oğlunu bağışlamıştı, çünkü o, imtihanı kazanmıştı.
Ali Şeriati, kurbana böylece, nefsimize sevgili gelen ne varsa (sevgilimiz, anamız, babamız, mevkiimiz, servetimiz; bu sevgili veya bu put her neyse, o feda edemeyeceğimiz varlık, işte o) onun kurban edilmesiyle kurbanın hakkını yerine getirebileceğimizi anlatıyor. İsmail, bu yönüyle, baba nezdindeki oğul sevgisinin sembolü olarak kurbanı ifade etmeye yol açıyor. Böylece İslâm milletinin niçin fedakâr, cefakâr, şefkatli, merhametli, anlayışlı, alçak gönüllü, yumuşak bir mizaca sahip olduğunu kavramaya başlıyoruz.
Aynı şekilde kurban kesmeyen milletlerin de niçin kan dökücü ve vahşi mizaçlı olduklarını… “Kurban kesmeyen milletlerin harplerde düşmanlarına karşı takındıkları tavırlar da o millet mensubu fertlerin kendi içlerinde birbirlerine ve bizzat kendilerine karşı takınmış oldukları tavırdan daha başka bir davranış şeması göstermemektedir. Aynı sertlikler, aynı aşırılık ve düşmanca davranışlar. Ringlerde, arenalarda kanlar içinde can veren, pistlerde veya meydanlarda odun yığınları arasında diri diri yakılan bu insanlar, hep bu medeniyetlerin kendi taraftarlarına tatmin sağlamak için feda etmek mecburiyetinde kaldıkları kurbanlardır.” (Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, Dr. Ali Murat Daryal, İst. 1980, s. 71 ve 111).
Kurban kesmeyen milletlerin, içinde yaşadığımız aktüalitede ne kadar vahşileşebileceklerini görüp duruyoruz. Dünyanın her tarafında sürüp giden savaşlarda öldürülen, işkenceden geçirilen insanların karşısında seyirci kalanlar, herhalde kanlı bir boğa güreşinde veya ölümle neticelenen bir boks maçında veya futbol maçında birbirinin gözünü oymaya çalışan seyircinin duyduğu hazzı tadıyordur. Bizi böyle vahşiliklerden uzak tutan, bize kurban nimetini bahşeden, bizi Müslüman yaratan Allah’a sonsuz şükürler…
İmdi, işin bir başka veçhesine bakalım:
Her gün et yiyen insan, yediği etin daha önce bir canlıya ait olduğunu düşünmez de, nasıl olur da kurban bayramı geldiğinde yediği etin bir canlıya ait olduğunu düşünmeye başlar ve birdenbire şefkat ve merhamet damarlarının kabardığını hisseder? Sanki daha önce yenmiş olan et, bir hayvanın gövdesinden elde edilmiyor da, ağaçta yetişiyordu? Veya kasap vitrininde durup dururken hasıl oluyordu?
Demek ki, iki et arasında bir farklılık olduğu ortaya çıkmaktadır. Kasaptan alınarak yenilen et, doğrudan doğruya, kişinin gıda ihtiyacının tatminine matuf bulunurken; kurban bayramında Allah rızası için kesilen hayvan, et temin etme maksadını aşan bir gayeye matuftur. Kurban kesimi et elde etmek için icra edilmemekte, fakat onu aşan bir gayeye yönelik olarak ifa edilmektedir. O gaye de, Allah rızası doğrultusunda kan akıtmaktır. Böyle bir gayeye yönelik olarak eda edilen bu işlem hasıl edilmek istenen neticeye ulaşmakta: İnsan, daha önce et yerken şefkat ve merhamet hislerinden âri olarak etini yerken, Kurban Bayramında, şefkat ve merhamet hisleriyle dolmaktadır!
Bazılarının ileri sürdüğü gibi, kurbanın birincil ve doğrudan maksadı, “protein” elde etmek değildir. Şayet maksat bu olsaydı, protein elde etmek için başka yollar da bulunabilir ve bu yolların arasına “kurban” olayı katılmadan da maksada ulaşılabilirdi. (Üstelik protein bakımından zengin olduğu söylenen domuz etinin haram kılınmasının anlamı da kalmazdı.)
Asıl maksadın, Allah’ın rızasını istihsal etme sadedinde hayvan kurban etmekle, insanın fıtratında meknuz bulunan kan dökücü (Bakara: 2/30) mizacının uygun yollarla ve en çok fayda elde edecek biçimde yatışmasını sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Bu neticeye ulaşıldığını, kurban kesen milletlerin davranış biçimiyle, kurban kesmeyen milletlerin davranış biçimleri arasında oluşmuş bulunan farkı görmek de mümkündür. Dr. Ali Murat Daryal’ın belirttiği gibi, kurban kesen milletler munis, şefkatli, merhametli olurlarken ve onların bu halleri hem günlük yaşantılarında, hem sporlarında, hem savaş halinde ortaya çıkarken; kurban kesmeyen milletlerin mizacı kan-ateş-ölüm üçgeniyle ihata edilmiş bulunmaktadır. Fakat ne gariptir ki, kan-ateş-ölüm üçgeni üzerinde oturup oradan etrafa kan-ateş-ölüm saçanlar, şefkat ve merhametle meşbu bulunanlara, şefkat ve merhamet öğüdünde bulunabilmekte ve bu öğütlerinin dinletilmesini sağlamak için de kudurmuşçasına etrafa saldırabilmektedirler!
Dünyanın hiçbir yerinde etleri yenilebilir hayvanlar, ecelleriyle ölüme terk edilmezler. Bunun belki tek istisnası olan Hinduların ineği tabu görmeleri de, et yiyenlerce de, yemeyenlerce de istihzayla karşılanmaktadır.
Kurban hayvanının acı çekeceği yolundaki iddia da safsatadır. Hayvan, kesilinceye kadar kesileceğini bilmez; kesildikten sonra da kesilmiş olduğunu.. Hayvanın yerine geçerek düşünme, son tahlilde insana raci bir düşünme biçimidir ve nesnesini (hayvanı) ilgilendirmez. Ölüm fikri insana mahsus olduğu gibi, ahiret ve istikbal fikirleri de insana mahsustur; hayvanların bu tür fikirleri ve kaygıları yoktur, zaten bu yüzden hayvandırlar. Bu bakımdan onlar adına duygusallığa kapılmak abesle iştigal olur…
Henüz yorum yapılmamış.