Kuraklığın iki sebebi

Kuraklığın iki sebebi
30 Haziran 2009 tarihinde eklendi, 3.324 kez okundu.

kuraklık

Mevlânaya göre kuraklığın iki sebebi: Zina ve Zekat vermemek

Hazret-i Mevlâna, zekatın verilmemesini ve zinânın ifşâ olmasını kuraklık sebebi olarak ifade ediyor. Ka’b ibni Mâlik’den (Radıyallâhu anhü) rivayet edildiğine göre Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) aynı konuda şöyle buyurmuştur: “Yağmurun yağmamasıyla karşı karşıya kaldığınızda, insanların zekât vermediklerini, Allâh’ın da hazine-i İlâhiyyesindeki rahmeti göndermediğini anlayınız. Kezâ vebâ gibi bulaşıcı hastalıkların yayıldığını görünce, zinâ rezâletinin ortalığı kapladığını biliniz.”

Hz. Âdem’den beri insanların geçici yerleşim yeri olan bu yeryüzünde neler oldu, neler oluyor ve neler olacak? Doğada, karalarda, denizlerde, havalarda ne gibi değişimler yaşandı, şu anda dünyanın yaşam standartları ne durumda? Kimler geldi, kimler geçti? Kimler kimlere uydu? Nasıl geldiler, nasıl geçtiler? İnsanlığın, sonu âhirete uzanan bu dünyadaki serüveni nasıl ve ne yönde sürmekte? Kemâl ve zevâl arasında gidip gelen bu dünyada değişmeyen tek şeyin değişim olduğu söylense de, değişmeyen tek bir gerçek vardır. O da, bütün âlemlerin yaratıcısı ve mürebbîsi olan Allâh-u Te’âlâ’nın İlâhi kanunlarıdır. Bu İlâhi kanunlar iyice bilinip uygulandığı takdirde, insanlar hiçbir zaman şaşkınlığa, bozguna ve sıkıntıya uğramamışlar ve uğramayacaklardır.

İlâhî buyrukları bildirmek ve insanlara doğru yolu göstermek için Allâh-u Te’âlâ, sonuncusu Kur’ân-ı Kerîm olan kitaplar göndermiş, bu kitapların yanında, sonuncusu Muhammed Mustafâ (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) olan peygamberler de göndererek kullarına çok merhamet ve lütufta bulunmuştur. Enbiyâdan sonra evliyânın varlıkları da, insanlar için bir rahmettir. İşte başta enbiyây-i ızâm hazerâtı olmak üzere, o peygamberlerin vârisleri olan evliyây-i kirâm hazerâtı da hidâyet ve selâmet yollarını insanlara öğretmiş, numûne-i imtisâl ve rehber olmuşlardır.

Âhir zamanı yaşadığımız bu dönemde bizler, eğer becerebilirsek, istifâde, ders alma ve nasihat yönünden hayli tâlihli durumda sayılabiliriz. Zira kahramanlar ve erenlerle dolu şanlı ve mukaddes tarihimizde, Kur’ân ve sünnetle yoğrularak âlemi şenlendirmiş büyük insanları ve eserlerini tanıyarak, feyiz ve himmet alabilir, onları kendimize örnek alarak hayatımızı manalandırabilir ve onlardan dünya ve âhiret selâmetinin düstûrlarını öğrenebiliriz. Bu yüksek insanların başında mana âleminin sultanı, aşk âleminin serdârı, gönüllerin hayatı, başların tâcı, Kâşif-i esrâr-i kayyûmî Hazret-i Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (Kaddesellâhu Sirrahü’s-Sâmî) gelir. Molla Câmi’nin (Kuddise sirruhû); An ferîdûn-i cihân-i ma’nevî,

Bes buved burhân-i zâteş mesnevî.

Men çe gûyem vasf-i an âlî cenâb,

Nîst peygamber velî dâred kitâb.

“Ey mana âleminin biriciği!

Zâtının kadrine yeter Mesnevî!

O ulunun vasfında ne söyleyim ki,

Değil peygamber ama kitab sahibi!”

diye övgüyle andığı Mevlâna hazretleri, Allâh-u Te’âlâ’nın ona verdiği bir kerâmet olarak bıraktığı Mesnevîy-i Ma’nevîyyesiyle dün olduğu gibi bugün de insanları irşâd etmektedir ve yarınlarda da irşâd etmeye devam edecektir. İşte bu bağlamda, biz insanların bugün karşı karşıya kaldığı maddî ve manevî buhranların sebeplerine ve çözüm yollarına bakmak istediğimizde, sahip olduğumuz bu büyük manevî değerin, bu mübarek Allâh dostunun kıymetli beyanlarını da ihmâl etmememiz gerekmektedir. Zâten evliyâya sevgi, hürmet ve bağlılık, tarihimizin ve geleneğimizin vazgeçilmez unsurlarındandır.

“Erenlerin himmetini ben bana yoldaş eyleyem,

Her nereye varırısam cümle işim hoş eyleyem”

diyen Yunus Emre de (Kuddise sirruhû), Hak âşıklarının diğer bir sözcüsü olarak Allâh dostlarına uymanın ve onların sözlerine ehemmiyet verip gereğince davranmanın lüzumunu her fırsatta dile getirmiştir.

Kuraklığın Asıl Sebebi

İşte biz de burada evliyâ hazerâtının hayat bahşeden mübarek kelâmlarından istifade ederek, günümüz meselelerine manevî yaklaşımlar getirmek sûretiyle, olaylara ve insanlara Îlâhî bir bakış açısı kazandırmak istemekteyiz. Burada ilk olarak kuraklık ve hastalıkların manevî perde arkasını bir nebze açmaya çalışacağız Hazret-i Mevlâna şöyle buyurmuşlardır:

Ka’b ibni Mâlik’den (Radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Yağmurun yağmamasıyla karşı karşıya kaldığınızda, insanların zekât vermediklerini, Allâh’ın da hazine-i İlâhiyyesindeki rahmeti göndermediğini anlayınız. Kezâ vebâ gibi bulaşıcı hastalıkların yayıldığını görünce, zinâ rezâletinin ortalığı kapladığını biliniz.” 2

Zekat Kalbi BerraklaştırırGelin şimdi Fatih Camii bahçesinde medfûn bulunan, Selânik, Sivas, Adana, Ankara ve Akdeniz adaları valiliği yapmış, hâriciye vezirliğinde bulunmuş, ana dili Türkçeden başka Arapça, Farsça, Arnavutça, Rumca ve Fransızca dillerini çok iyi bilen, idareciliği ve davranışlarıyla halk tarafından çok sevilmiş değerli Osmanlı devlet adamı, âlim ve edîb Âbidin Paşa (1843- 1908) hazretlerinin Mesnevî üzerine yazmış olduğu şerhden, bu beytin açıklamalarına bakalım:

“ Zekat insanın kalbini aynı şekilde ihyâ eder ve yüce hisler ile berraklaştırır. Sadakanın verilmemesi ve mahlûkata, özellikle de insanlara mümkün olan yardımın esirgenmesi, son derece kabul edilmeyen ve azap ile mahrûmiyeti davet eden bir davranıştır. Zira mürüvvetsiz olan kimse, Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz olan hazinelerinden emin olmayıp, bir mikdar sadaka verirse malına noksanlık geleceği zannıyla, hem rızây-i Bâri’yi hiçe saymakta, hem de hemcinsi olan insanlara acımayıp kendini hodperest (kendine tapan, yalnızca kendini seven) biri yapmaktadır. Bu yüzden de âkibeti kederlerle dolmayı hak eder. Mürüvvetsiz kimse, infâk etmeyip kendine sakladığı servetinden dolayı maddeten de hiçbir istifade sağlayamaz. Şöyle ki o, merhametsizliği hasebiyle giriftâr olacağı iç ızdırabından başka ve sadaka verip hemcinsine yardım etmek gibi bir büyük vicdânî zevkten de mahrum kaldıktan sonra, insanların ekserisi tarafından da nefretle anılır. Sadaka vermeyenler kimseye acımadıklarından, böylelerine ne Hak Te’âlâ hazretleri, ne de insanlar acımaz. Rahmet yağmurunun misali olan göz yaşı, o tür insaniyetsiz kimselerin ızdırap ve elem durumlarında hiçbir kimse tarafından görülmez ve lüzûmunda onlara yardım da olunmaz.

Tövbe Etmeyen Zâni Musibetlere Hazırlansın!

Zâni, eğer pişman olmuyor ve irtikâb eylediği zulümden dolayı ağlayıp sızlamıyorsa, o zinâ fiilini ve karşılaşacağı nice nice musîbetleri kendi hânesinde görmek için hazırlansın! Bu belâları defetmeye, önlemeye çare, cidden tövbe edip, şayet erkek müteehhil (evli) değilse, velev fakir olsa bile hemen teehhül eylemesi (evlenmesi)dir. Zira evlenmek, nefis için bin türlü ilgi ve nasihattan daha müessir (etkili) çaredir. Kişi fakirlik ızdırabından korkmasın. Fakirlik ve ızdırap, zinânın belâlarına göre saadet ve rahatlıktır. Hususiyle emrine tâbi’ ve işinde sâ’î (çalışkan, gayretli) olanlara Hakk Te’âlâ hazretleri yeterli bir yardımcıdır.

Livâtadaki (eşcinsel ilişkideki) fenâlıklar da, sayıldığı takdirde nefret uyandırır! Livâta, insan neslinin inkıta’ına (kesilmesine) çalışan bir felâkettir. Livâta, mef’ûlünü, ihsân-i rabbânî olan mertlik gibi yüce bir mertebeden düşürür ve nâmusunu berbâd eder. Fâili ise büyük bir namussuzluğun sebebi ve Hakk’ın emrini bozucu olur. Sûretâ “fâil” denir. Ama hakikatte şeytanın mef’ûlüdür.

Zürriyetin cevheri olan “meni” nikâhlanan kadınların rahimlerine lâyık ve şâyândır. “Meni”, ruha ve bedene müsâit ve hazır olan yapısıyla, fâilin hakikatte görünmeyen evlâdıdır. İsyankâr kişiden gelen o meninin, ne gibi bir yerde boğulduğunu düşünmek bile insanın nefretini artırır ve hayli kederlendirir. Bu çok çirkin ve çok ayıp fiil hakkında söylenecek daha çok şeyler vardır. Ama edep men’ ve muhâlefet; kalp ve kalem kerâhet (tiksinti) ve hicâlet (utanç) eyler! ”3

Cenâb-ı Pîr-i Celvetî, Kutbu’s- Samedânî Seyyid Azîz Mahmud Hüdâyî (Kaddesellâhu Sirrahü’s-Sâmî) hazretlerinin müntesiplerinden Sarı Abdullah Efendi (Kuddise sirruhû) (1584-1661), Mesnevîy-i şerîfin birinci cildine yapmış olduğu beş ciltlik kıymetli şerhde ise, Mevlâna hazretlerinin bu beyitlerinin îzâhında şöyle buyurmaktadır:

Cenâb-ı Hakk Te’âlâ hazretleri, “Zekâtı da verin!” (Bakara Sûresi:110) buyurup emr-i bi’l-infâk (infâk ile emir) etmiştir. Bu yüzden mümine layık olan, İlâhî emirlere uyup Âllâh-u Te’âlâ’nın farz ettiği üzere malının zekatını vermesi ve cimrilik yapmayıp, diğer insanları da kendi şeâmeti (uğursuzluğu ve felâketi) ateşinde yakmamasıdır. Cenab-ı Hakkın emirlerinin çiğnenip, isyan ve günahların âşikâre çoğalması, İlâhî gazap ve azâbın davetçisidir.

Sûreten ve manen, zekat vermeyenlerin ve infakta bulunmayanların gönül arzlarına (sahalarına) ve kalp mezralarına ise Rabbânî lütufların bulutları, bir katre bile İlâhi muhabbet yağmuru yağdırmayıp, üstelik çeşit çeşit kıtlık ve gam gibi belâlarla, üzüntülerle ve şu uğursuz olan dünyaya muhabbet ve himmet beslemekle mübtelâ kılar. Böylelikle bunlar cehâlet ve dalâlette kalıp helâk olurlar. Cana can katan marifetin meyvelerinden nasib ve hisse alamazlar ve ticâretlerinde hüsrâna uğrayarak hidâyet kazancından bir zerreye bile sahip olamazlar.

Şimdi, “(O gün onlara denilecektir ki  İşte bugün hiçbir kimse en ufak bir şeyle (bile) zulme uğratılmayacaktır ve siz yapmakta bulunmuş olduğunuz şeylerden başkasıyla cezalandırılmayacaksınız!” (Yâsîn Sûresi: 54) kavl-i şerîfinin gereğince her hâl-ü kârda herkes dünya ve âhirette amelleri ile karşılık bulacağından, âleme yayılan tüm belâların kaynağının şenî’ (çok çirkin ve ayıp) ameller olması hasebiyle Hazret-i Mevlâna buyururlar ki; tâûn (vebâ), zinâ sebebiyle meydana gelir.

Yağmur Hayvanların Hatırına Yağıyor

İbn-i Ömer’den (Radıyallâhu anhümâ) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurmuştur ki: Kesinlikle, fuhşiyyât bir toplum içinde âşikâr işlenecek kadar yaygın hale gelirse o halk, geçmişte atalarında görülmemiş tâûnlar (vebâlar) ve hastalıklar ile mübtelâ olurlar.

Ölçü ve tartıda noksanlıkta bulunan bir toplum kıtlıklarla, şiddetli geçim sıkıntısıyla ve sultanın zulmü ile mübtelâ olurlar.

Zekat vermeyi bırakan bir toplumun beldesine gökten yağmur yağmaz. Eğer hayvanlar olmasa asla yağmur göremezler.

Bir kavim ahdi bozarsa (ahde vefâsızlık yaparsa) Allâh-u Te’âlâ, kendilerinden olmayan düşmanlarını onların üzerine musallat eder ve ellerinden ancak bazısı kurtulabilir.5 Ka’bü’l- ehbâr’dan (Radıyallâhu anh) mervîdir ki: “Her ne zaman Hakk Sübhânehû ve Te’âlâ’nın bir tâifeden yağmuru kaldırdığını gördüğünüzde, muhakkak biliniz ki, onlar infakta bulunmayı kesmişlerdir. Her ne zaman da bir kavmin içinde tâûnun (vebânın) çoğaldığını görürseniz, muhakkak biliniz ki, onlar zinâ ve fuhşiyâtı ifşâ etmişler, yaymışlardır. Hatta doktorlar bu tâûnun mâhiyetinde ihtilâf edip, kesinlikle ilacının bulunup tedavi edilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir.”

Ayrıca vârid olan bir hadîs-i şerîfte, Ebû Mûsâ el- Eş’arî’den (Radıyallâhu anh) rivâyet edildiğine göre, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin yok oluşu silahla ve tâunladır. Sahâbe-i kirâm hazerâtı (Radıyallâhu anhüm): ‘Yâ Rasûlallâh! Biz bu ta’nı (silahla öldürülmeyi) anladık. Peki ya bu tâûn nedir?’ diye sordular. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) da: ‘Cinden olan düşmanlarınızın size acı vererek öldürmede bulunmaları ve her şehâdettir’ buyurdular.” 6

İbn-i Esîr (Rahimehullâh) buyururlar ki; hadîs-i şerîfte geçen “Ta’n” kelimesi, mızrak ve kargı ile öldürmek manasındadır. “Vehz” ise delip geçirmeden mızrak batırmaktır. Tâûn geçmiş ümmetlere azap idi. Ümmet-i Muhammed’e ise rahmettir. Hazret-i Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ümmeti için dua edip, “Allâhım! Ümmetimin sonunu ta’n ve tâûnla kıl!” 7 buyurmuştur.

‘Zinâdan Cihâna Vebâ Düşer’

Bilinmelidir ki, tâûndan (vebâdan) kaçmak haramdır. Ancak tâûn olan yere girmekte ise ihtilâf olunmuştur. Sahih olan rivayet, mekruh olduğudur. Rivayet olunur ki, Hazreti Ömer ibn-i Hattâb (Radıyallâhu anh) bir zaman Şam’a sefer edip oraya yaklaştıklarında, Şam-ı şerîfte tâûn olduğu kendisine bildirildi. Bazı sahabîler ile yaptığı istişârelerde, kimisi geri dönmek evlâdır deyip, kimisi de ihtilâf edince, Hazreti Ömer (Radıyallâhu anh) muhâcirlerin ve Kureyş’in ihtiyarlarını davet edip, onlarla da müşâverede bulundu. Onların geri dönmeye kesin karar vermesi üzerine de, bu görüş doğrultusunda azmetti. Biraz sonra Abdurrahmân ibn-i Avf (Radıyallâhu anh) gelip: “Ben Hazret-i fahr-i kâinât’tan (Aleyhi ekmeli’t- tehiyyât) işittim: ‘Eğer bir yerde tâûn (vebâ) olduğunu duyarsanız oraya gitmek için davranmayınız. Şayet bulunduğunuz yerde ortaya çıkarsa, bu sefer de o vebâdan kaçmak için oradan çıkmayınız’ buyurdular, deyince, Hazret-i Ömer (Radıyallâhu anhü), çok sevindi, Abdurrahmân ibn-i Avf’a (Radıyallâhu anh) dua ve senâda bulundu ve Şam’a girmeyerek geri döndüler.

Şimdi hadîs-i şerîften malûm oldu ki, tâûn (vebâ), habîs (pis) ruhların ta’ni (silahla öldürmesi) olup, o habîs ruhlar, kimisi mızrakla kimisi okla ve diğer savaş aletleriyle tâûn zamanında memur oldukları mahalleri gezip emr-i hak ile, işaret olunanları yakalayıp öldürürler.

Tâûn zamanında bazıları rüyada, bazıları (manevî) keşifle tâûna yakalanmış tâifeleri müşâhede ederler. Celâl ehli olan meczûplar dört fırka olup, sonuncu fırkası tâûn askerinin zâbitidir ve Allâh’ın emriyle tâûna müvekkel olup, bu hizmetlerinde kâim ve sâbittirler.

Zânilerin yakınlaşmada bulundukları esnada yaptıkları nefsânî tasavvurlar ve şehvânî tehayyüllerden ve yıkandıklarında dökülen mülevves (kirli, pis) damlalardan, Hakk Te’âlâ habîs (kirli, pis) ruhlar yaratır ve onlar da “tâûn (vebâ)” olurlar. Onun için Hazret-i Mevlânâ “Zinâdan cihâna vebâ düşer” buyururlar. Zira kâmil veliler bu temessülü ve manayı ayânen görürler.

“Sirac-ı ümmet, Zirve-i fekâhet, Muktedây-i enâm, İmam-ı A’zâm Ebû Hanîfe en-Nu’mân (Aleyhi’r- rahmeti ve’l- gufrân) hazretleri de manevî keşifle, ma-i müsta’melden (ibadet niyetiyle kullanılan sudan) damlayan suların kipkirli olduğunu müşâhede etmişlerdir. Zira abdestte yıkanan uzuvlardan günahlar dökülmektedir.”

İşte hayır ve şerden zâhirde yapılan her amelin, ona uygun bir de görünmeyen manevî bir görünüşü vardır. Ancak erbâbının buna muttali’ olduğuna dair misaller hayli çoktur. Şu ana kadar zikrolunan zinâ ve tâûn, âfâkîdir (dış âleme âittir). Bir de enfüsî (nefsin iç âlemine âit) zinâ ve tâûn vardır. Şimdi onlar bunlardır ki, akl-ı meaş (sadece dünya yaşamıyla ilgilenen akıl), şeytanın aracılığı ile nefs-i emmâre-i bi’s- sû‘ya (kötülükle çok çok emreden nefse) yaklaştığında dünya sevgisi, makam hırsı, kibir, kendini beğenme, buğz, hased, şehvet ve gazap gibi evlâd-ı zinâları (zinâ çocuklarını) doğurur ve her birinden nice rezîl ahlâklar dallanır. Günahlar Sebebiyle Dengeler Bozuluyor

İşte, en büyük bir tâûn salgını, âfâka (dış âleme) ne şekilde zarar verirse, bu rezil hasletler de gönül şehrinde olan muhabbetullah (Allâh sevgisi), şükür, kanaat, zikir, ibadet, tevâzu, meskenet, hulûs gibi bi’l-cümle tüm güzel ahlâkları hebâ ve helâk ederler.8

Velhâsıl, işlenen günahlar sebebiyle, İlâhi kanun gereği yeryüzünde ve gökyüzünde hayati önem taşıyan dengeler bozulabilmektedir. Bu yüzden her ferd günahları sebebiyle yalnız kendisini değil, içinde yaşadığı cemiyeti, toprakları, havayı ve suyu dahi olumsuz yönde etkileyeceğinin bilincinde olmalıdır. İşte, gerek toplumda gerek doğada karşılaşılan felâketlerin ve düzensizliklerin sadece görünen maddî sebeplerine değil, onların manevî dinamiklerine de bakıp, ona göre gerekli tedbir ve çarelere başvurulması, insanlık için en isabetli yol olacaktır. Nitekim inanan, salih amel işleyen ve takvâ sahibi olan kulları için dünya ve âhiret selâmet ve saadetini vaad eden yüce Mevlâ Te’âlâ, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu beyanıyla kullarını ikaz etmiştir:

O (insa)nlar kendi nefislerinde bulunan (güzel vasıflar)ı (kötüleriyle) değiştirinceye kadar gerçekten de Allâh bir toplumda olan (nimet, âfiyet vesâir lütufların)ı (belâ ve azapla) değiştirmez. (Ra’d Sûresi:11)

DİPNOTLAR:
Âyet-i kerîmelerin meâlleri: Mahmud Ustaosmanoğlu, Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsî
1- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevîy-î Manevî; cilt:1, beyit no:88
2 – Ankaravî, Şerh-i Mesnevî:1/12
3 – Âbidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevî; 1/105-107
4 – Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî; 1/187
5 – Ali- el Müttekî, Kenzü’l-ummâl, 16/81, no:44014; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 11/45, no:10992; el-Münâvî, Feyzü’l- Kadîr,3/602, no: 3945
6 – Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned, c:32,sh:293, no:19528, 19743
7 – Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned,c:32,sh:521, no:19744
8 – Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî; 1/186-189

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Sayfa başına git